En Sıcak Konular

Dr.<br />Kemal Yeşilçimen


Dr.
Kemal Yeşilçimen
9 Mart 2013

SAĞLIKLI ŞEHİR NASIL OLMALI




TÜM YAZILAR İÇİN AŞAĞIDAKİ KUTUYU TIKLAYINIZ

Dünya Sağlık Teşkilatı, sağlığı; bedensel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik hali olarak tanımlıyor. Bu tanıma zihinsel sağlığı da ekleyebiliriz. Zihinlere kötülük tohumları ekiliyor ve bu felaket önlenemiyorsa, sağlıklı bir toplum ve birey olamayız. Sağlık tanımını daha geniş anlamda alırsak, yediğimiz, içtiğimiz ve soluduğumuz havanın da temiz ve sağlıklı olması gerekiyor. Yüce Allah, iyiliği ve kötülükle mücadeleyi emrederken de, helal ve temiz vurgusu yaparken de en geniş anlamıyla sağlığı ve sağlıklı toplumu işaret ediyor. Bu yüzden yaşadığımız çevrenin de her yönden sağlıklı olması gerekir. Gökdelen mezarlara hapsedildiğimiz çağımızda, asansörden trafiğe esaretimiz bitmek bilmiyor. Sokaklar taşıtlarla, evlerimiz eşyalarla işgal altında. Bize kalan tek özgürlük alanı koltuğumuzda ise, zihnimiz binbir TV kanalıyla işgal altında.

Özgürlük çağında, köleliğin en ağır şeklini yaşıyoruz : Zihinsel ve sosyal kölelik. Tarihin en ünlü köleleri Spartaküs ve Bilal-i Habeşi bile, bizden daha özgürdüler, hatta zihinsel özgürlüğün zirvesinde idiler. Sahte özgürlük cennetinde, yaşam tarzı olarak sunulan gizli bir köleliği yaşıyormuş gibi yapıyoruz. Aslında yaşadığımız, tüm benliğimizi ve değerlerimizi silen hapsedildiğimiz dünyanın istekleri…

 

Bu sanal hayatta her şey hafıza kartımıza işleniyor, biz de güya ‘özgür seçimler’yapıyoruz. Bunun neresi özgürlük? Böyle bir dünyada, biz kimin hayatını yaşıyoruz? Kaybolan bize ait özgür irade ve yaşam nerede? Zihnimize yüklenen küresel esaretten nasıl kurtuluruz? Bu açıdan bakılırsa sorun özgürlük sorunu, çözüm de bilim ve akıl oyunu.   

Başkalarının kurguladığı hayatın figüranı olmaktan başka çaremiz yok mu? Bizi hiçe sayan küresel yaşam tarzına teslim mi olacağız? Esir alınan kendi irademiz ve hayatımız ne olacak? Hasta eden yaşam tarzını değiştirin diyen bilime rağmen neden değiştiremiyoruz?

 

Kendi yaşam tarzını dayatan sağlıksız şehirlerde sağlıklı yaşamak mümkün mü? Sorun sadece bedensel sağlık değildir. Ruhsal, sosyal ve çevresel yönden yaşadığımız şehirler, maalesef sağlıklı değil. Milyon dolarlık evlerimiz, pahalı jiplerimiz var ama bize hayat veren manevi değerlerimiz kayboluyor. Sağlıklı bir toplum için bu değerlere ihtiyacımız var. Yaşam kaynağımız olan bu değerlerin yaşandığı sağlıklı şehirler nasıl olmalı? Değerli dostumuz sayın Burhan Metin’in güzel yazısı bu soruna çözüm arıyor. Belediye başkanları ve çarpık kentleşmeden sorumlu olanların okumasında ve gereğini yapmasında yarar var.

 

BİR ŞEHİR İSTİYORUM

- Burhan Metin

Sağlıklı şehir nasıl olmalı? Ki orada kendiyle barışık, üretken, yaşama ve insanlığa katkı yapan kişiler ve topluluklar hayat bulabilsin.

 

Şehir insan ilişkisi, toprak bitki ilişkisi gibidir. Toprak asitlenmişse, kireçlenmişse, kimyasallarla zehirlenmişse o topraktan sağlıklı gürbüz bitkiler yetişmez. Ayrıca bitki topraktan aldığı zehri, insana taşır. Zehir ve hastalık sadece bitkide kalmaz yani, yayılır, çoğalır, insanları da hasta eder.

 

Şehrin de sosyal bir toprağı vardır. İlk bakışta elle tutamaz, gözle göremezsiniz. İnsan o sosyal toprakta hayata açar gözlerini, o topraktan aldığı besinlerle büyür, gelişir. Toprak sağlıklıysa, organik madde oranı yüksekse, temiz sularla sulanmaktaysa, güneşi alıyorsa, kişi gelişir, serpilir, sağlam bir kişilik edinir, sağlam ve temelli fikir ve ruha sahip olur. Aksi halde ezilir, büzülür, kadük kalır, içinde biriken kinleri, nefretleri, beyninin ve ruhunun karanlıklarını başka insanların, yaşadığı yerin üstüne kusar durur.

Sağlıklı bir şehir nasıl olmalı?

Bana göre sağlıklı bir şehirde mahalle olmalı. Bu mekanda küçüğü, büyüğü hayatı paylaşmalı. Üzüntüyü, kederi, varlığı ve yokluğu bölüşmeli. Herkes birbirinin haline kulak kesilmeli, iyi ve kötü günde birbirine el uzatmalı. Mahalle, sosyal insanın ana rahmi gibidir. Çocuk ana rahminde korku, güvensizlik, endişe ve gerginlik yaşarsa, özgüvensiz, bencil, yaratıcı değil yıkıcı, seven değil nefret eden bir varlığa dönüşür.

Bugün biz mahalleyi kaybettik. Sosyal ana rahmimiz paramparça. Mahalle arkadaşları yok. Mahalle oyunları yok. Mahalle gezmeleri çok azaldı. Mahalle maçları bitti. Çarpık yapılaşma mahallenin ortak mekanlarını yok etti. Öyleyse mahalleyi yeniden kurmalıyız. Mahalleyi projelendirmeliyiz.

Bana göre sağlıklı bir şehirde eli hürmetle öpülen, saygı duyulan, içten sevilen, biraz da çekinilen büyükleri olmalı. Ak sakallı dedeleri, beyaz çemberli nineleri, koruyan gözeten abileri olmalı mahallenin. Çocuk burada sevgi ve güven bulmalı. Büyükler muhabbet ve dostluğu paylaşmalı. Düğün dernek birlikte kurulmalı. Cenazelerde birlikte ağlanmalı. Birlikte hıdırelleze gidilmeli. Kızlar ve oğlanlar, kaç göç olamadan güvenle birlikte oynamalı.

Bana göre ortak hayalleri olmalı, mahallenin. Ortak hayallerini konuşmalı, tartışmalı, birlikte ortak bir işin peşine düşmeni şevki yaşanmalı. Birlikte kazanmanı, birlikte kaybetmenin insani duygusu herkesi sarmalı. Ortak kütüphanesi, okuma günleri, imece zamanları, piknik haftaları olmalı. Büyükler tecrübelerini anlatmalı tatlı tatlı. Küçükler bu tecrübeleri dikkatle dinlemeli. Gelecek günlere dersler çıkarmalı hikayelerden, yaşanmışlıklardan.

Mahalleler bir araya gelmeli, şehri daha büyük mahalle haline getirmeli. Bilginin ve dostluğun güzel kokusu sokaklara taşmalı. Muhabbet ve paylaşmanın ferahlığı her gönülde sıcacık yer almalı.

İşlerini demokrasiyle, saygıyla, bilgiyle yürütmeli, sağlıklı bir şehir. İhtiraslardan ancak kötülüğün, hezimetin, kavganın, yoksulluğun doğacağını bilmeli bir şehrin ahalisi. Bir olmanın, diri olmak demek olduğunu idrak etmeli herkes. Bir elin nesi var, iki elin sesi var deyişindeki hikmeti kavramalı. Bizim ancak birbirimizde, birbirimizle insan olabileceğimizin bilincine varmalı.

Sağlıklı bir şehir, şahsiyet üretir, bilgi üretir, zenginlik üretir.

 

Günümüz çekirdek ailesi !

Günümüz çekirdek ailesi !

Mahallesini kaybeden her şeyini kaybediyor...

FATMA BARBAROSOĞLU - Yeni Şafak

Çocukluğumda; bayram tebriki ya da iftara gittiğimiz zengin akrabalarımızın büyük güzel evlerinden dönüşte, rahmetli büyükannem ve büyükbabam kapıyı açar açmaz 'İnsanın yuvası gibisi yok' derdi. Sanki birkaç saat ayrı kalınmış olan evin gönlünü alırmış gibi.

Hayatın inceliklerini keder ve elemini öğrendiğim; bana okuma zevki aşılayan babacığım, her vardiya dönüşü padişahın bile sahip olmadığı ama kendisinin sahip olduğu 'konfor' için şükrederdi.

Şimdi tam da burada vardiya usulü çalışmayı gençlere anlatmam gerekiyor. Babam bazı zamanlar haftada üç vardiya çalışmak zorunda kalırdı: 08�"16; 16�"01; 01�"08. Onun en çok 16�"01 saatleri arasında çalışmasını severdim. Hem geceye hem gündüze ait olurdu çünkü. Gece 01 sabah 08 arasında çalıştığı zamanlarda korkardım. O zaman dilimi babam için de çok zor geçiyor olmalıydı ki eve her gelişini şükre dönüştürürdü. Onun şükrüne değişik vesilelerle tanık idik. Mesela sobanın üstünde kaynayan bir çaydanlık, kızarmış ekmek kokusu. Cama vuran yağmur damlaları. Babam şöyle derinden bir oh çeker 'Bu konfora padişahlar bile sahip olmadı' derdi. Anlayamazdık. Padişahlar hiçbir zaman bizim kadar rahat ısınamadılar diyerek sobanın icadının çok yeni bir şey olduğundan bahis açar, böylece tarihin sayfalarına masal tadında girmiş olurduk. Ve elbette padişahın bile sahip olmadığı 'konfora' sahip olmanın hazzını derinden yaşamayı öğrenirdik.

Derinden yaşamak dediğim şey; eldeki nimetin kıymetini bilmekten gelen ağız tadı, gönül huzuru; dışarıda yağmur yağarken evin sıcaklığından buğulanmış camlara resim çizmek ve büyüklerin hep anlatacak bir şeylerinin olması.

Öğrenilmiş çaresizlik diye bir kavram var. Aslında sadece çaresizlik değil, duygularımızı ifade etme biçimini de aile içinde öğreniyoruz. Ama öğrendiğimizi dile getirme biçimimiz; yaşadığımız muhitin, aldığımız eğitimin ve elbette meşrebimizin ortak izleğinde değişip dönüşüyor.

Günümüzün gençleri ve çocukları ailelerinden, büyüklerinden hiç layık olmadığı halde, olmadık mevkilere makamlara gelenlerin hikâyesini dinliyor en fazla.

Hayatı şikâyet üzere yaşayıp sonra çocuklara gençlere şükür bahsini öğretmeye kalkıyoruz. Hatta kızıyoruz onlara. Günümüzün çocuklarını tembel, gayretsiz, disiplinsiz buluyoruz. Bizim zamanımızda diye başlayıp, senin yaşındayken diye devam ediyoruz.

Oysa gençler didaktik bir tonda anlattığımız özel tarihimizin değil, her gün hayat sloganı olarak tekrarladığımız cümlelerimizin etkisinde kalıyor en ziyade.

Mesela bizim kuşak için Polyanna önemli bir kitaptı. İlkokul üçüncü sınıftan itibaren Türkçe kitabımızda okuma parçası olarak seçilmiş metinler bulunurdu. Sınıf kütüphanesinde de kitabı vardı. Okudum. Etkilendim mi? Etkilendiğimi hatırlamıyorum. Benim zihnimde sobamız olduğu için şükreden babamın huzurlu imajı vardı. Ki o zamanlar elbette zengin akrabalarımızın evi kalorifer ile ısınıyordu.

Bizim olan çok kıymetli idi, başkalarının hayatın özenmeyi bilmezdik.

Çünkü hayatımızda başkalarının imkânlarına haset etmeyi örgütleyen reklamlar yoktu. Bitmeyen 'ihtiyaç'ların kölesi değildik. (Tam da burada Yeşilçam filmlerindeki zengin evlerini gözünüzün önüne getiriniz.)

Mahalle bizim evimizdi. Nohut oda bakla sofalara değil, mahallenin genişliğine kanat çırpan özgürlüğümüz vardı.

Toplu konutlar, rezidanslar, yalılar, köşkler, villalar, lüks daireler... Durmadan yenileri yapılıyor.

Galiba hiç kimsenin 'yuva'sı yok.

Sahillerden, tabiattan vazgeçtim. Yakında İstanbul'da gökyüzünü göremeyeceğiz.

Mahallesini kaybeden her şeyini kaybediyor çünkü. İlk başta hafızasını.

'Hafıza' gidince... Kaybettiklerimizi fark etmemiz, idrak etmemiz mümkün olmuyor elbette.

TÜM YAZILAR İÇİN AŞAĞIDAKİ KUTUYU TIKLAYINIZ

 



Bu yazı 2,383 defa okundu.






Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.





    Diğer köşe yazıları

     Tüm Yazılar 
    • 4 Mart 2024 NASIL ÖZGÜR OLURUZ ?
    • 13 Ekim 2023 GÜCÜ DOĞURAN TEKNOLOJİK AKILDIR
    • 27 Eylül 2023 ÇARE SİZSİNİZ 2008
    • 17 Temmuz 2023 NEDEN BÖYLEYİZ?
    • 20 Nisan 2023 GÜCÜN KAYNAĞI NEDİR? - 2016
    • 14 Şubat 2023 BİLİMDE KANITIN GÜCÜ
    • 8 Şubat 2023 SÖMÜRÜ VE YOLSUZLUK KADER Mİ?
    • 4 Mayıs 2022 YAŞAM TARZIMIZ NEDEN DEĞİŞMELİ?
    • 12 Mart 2022 HEKİMLİK ÖLDÜ, YAŞASIN DOKTORLUK !
    • 11 Ekim 2021 TÜM SORUNLARIN ANASI
    • 10 Ekim 2021
    • 9 Ekim 2021 ASIL PANDEMİ BU !
    • 8 Ekim 2021 POSTMODERN SÖMÜRÜ
    • 7 Ekim 2021 EĞİTİM NASIL OLMALI?
    • 1 Ekim 2021 YÜZ YIL SONRA...
    • 20 Ağustos 2021 GERÇEK ÇÖZÜM BU
    • 11 Ağustos 2021 KÜRESEL SAVAŞI KİM KAZANACAK?
    • 10 Ağustos 2021 SOSYAL OLAYLARDA BİLİMSEL YAKLAŞIM NASIL OLMALI?
    • 27 Haziran 2021 ASIL PANDEMİ BU
    • 6 Haziran 2021 ÇEVRE SAVAŞI

    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    5,663 µs