En Sıcak Konular

Dr.<br />Kemal Yeşilçimen


Dr.
Kemal Yeşilçimen
27 Mayıs 2012

KISIRLIK HIZLA ARTIYOR



SEZARYAN CİNAYET Mİ? 

Tabii ki değil. Sezaryen, doğumun imkansız veya ölümcül olduğu nadir durumlarda kullanılan ve hayat kurtaran tıbbi bir yöntemin adı. Yani nefes yolu tıkanan birinin boğazının delinerek ölümünün engellenmesi gibi acil durumlarda kullanılan bir yöntem. Peki Başbakanımız neden böyle söyledi?

Öncelikle konuyu anlamak için birkaç yıl öncesine gidelim. Malum, domuz gribi parodisinde tıp dünyası dahil anlı şanlı bilim kurulları bilimsel mandacılığın etkisiyle gaza gelip, bilim dünyası ne diyorsa doğrudur mantığı ile hepimizi şaşırtırken, gerçeği sayın Başbakanımızdan öğrendik. Peki, kendisi bir tıp adamı veya bilim otoritesi olmamasına rağmen bu derin öngörünün sebebi neydi?

Ekonomiden sağlığa, algı savaşından enerjiye hafiyelik zannedilen istihbarat anlayışının artık değiştiğini ve yeniden dizayn edildiğini görüyoruz. Başbakanın öngörülerinin gerçekleşmesi, değişen ve gelişen istihbarat gücünden çok iyi yararlandığını gösteriyor. Milletlerin hasta bir topluma dönüştürülmesinden, kısırlaştırılmasına kadar sinsice sürdürülen bu savaşı anlamayan ve buna karşı koyamayan ülkelerin yaşama şansı yok. Ülkemizin de bu tehlikelere karşı hazırlıklı olduğunu sayın Başbakanın uyarı ve çıkışlarından öğreniyor ve rahatlıyoruz. Önce toplumu sarsacak şekilde genel bir çıkış yapıyor, sonra da tartışma ortamı hazırlayarak gündemi belirliyor ve sonunda acı gerçekleri öğreniyoruz. Yoksa, tv dizileriyle uyumaya devam edeceğiz. 1975 yılına kadar %2 olan kısırlığın 2009′da %25′e çıktığı, 2030′larda % 90′a çıkabileceği, tüp bebek merkezlerinin her yeri sardığı, önlem almazsak 22. yüzyılın hayal olabileceği kimin umurunda? Her iki kadından birinin sezaryen ameliyatı geçirdiği, her yıl 160 bin kürtaj olduğu, bunların riskleri, maddi ve manevi kayıpları kimin umurunda?

Gelelim sezaryen konusuna. Sezaryen riskli bir ameliyat. Yüzde 1 risk bile, milyon kişide onbin kişinin ölmesi demektir. Yıllardır milyonlarca kişinin bu ameliyatı gereksiz yere olduğunu biliyoruz. Dünya ortalaması ve bizim rakamlar ortada. Gereksiz yere yapılan ameliyatlar sonucu onbinlerce insanın ölümü cinayet değilse nedir?

Kendinizi sezaryen geçiren bir kadının yerine koyarak düşünün. Böyle riskli bir ameliyattan sonra tekrar çocuk sahibi olmak için, giderek artan bu riske girmek ister misiniz? Kim ister? Son yıllarda normal doğum giderek azalırken sezaryen ve kürtaj neredeyse moda olmuştu. Sezaryen acil durumlarda kullanılması gereken tıbbi bir yöntem olmaktan çıkmış, estetik ve konfor olarak sunulmaya başlamıştı. İşin ekonomik ve sosyal boyutu bir yana geleceğimizi tehdit eden bir tehlikeye dönüşmüştü. Milletlerin geleceği tehlikeye girdiği zaman buna kim karşı koyacak? Başbakan sezaryenden, domuz gribinden, bilim ve teknolojiden ne anlar diyebilir misiniz? Tehlikenin ne olduğundan habersiz olanları kim aydınlatacak? Çocuk deyince tüyleri diken diken olanları kim uyaracak?

Bilim dünyamızın hali ortada. Depremden domuz gribine, kolesterolden, sezaryene kürtaja... tartışmaları izleyin; Bilim adamlarımız üçe ayrılmış; bir grup ak derken diğeri kara diyor, seyreden bilim dünyamız ise kafamız karıştı diyorsa geleceğimiz tehlikede demektir. Bilim dünyasının bile zihni karışık ise vatandaşı kim aydınlatacak?  Ülkelerin geleceği zihinsel karışıklığı kaldırmaz, hiçbir yönetim de bu zafiyeti seyretmez.    

Devlet ve milletin karanlıkta gören gözü, hisseden beyni olan istihbarat, Başbakana bağlı. Çünkü tek yetkili Başbakan. Geleceği öngören, planlayan doğru ve güvenilir istihbarat olmadan hiçbir devlet önünü göremez. Algı savaşıyla zihinlerin yeniden formatlandığı çağımızda hiçbir şey bildiğiniz gibi değil, hiçbir şey de gördüğünüz gibi değil. Her çeşit bilgiyi saklayan, değerlendiren ve buna göre önlemler alan bir beyin yoksa işiniz zor. Bizi uyaran ve önlem alanlar olmalı.

Türkiye’de her 100 kişiden 25′i kısır !

Türkiye’de 1975 yılında %2 olan kısırlık; 2004′de %10, 2005′de %15, 2009′da %25′lere ulaştı. Kısırlık için öne sürülen birçok nedenin yanısıra en önemli neden, GDO, hormonlar, zirai ilaçlar ve katkı maddeleri gösteriliyor. Türkiye’de kısırlaşma bu hızla ilerlerse 2020′de yüzde 50′yi bulacak. 2050′de ise % 90′a dayanacak. Her mahalleye tüp bebek merkezleri açarak kaynakları tüketmek çözüm değil.

Araştırmalara göre, bir milletin 25 yıldan uzun bir süre devamlılığını sağlayabilmesi, nüfusun en azından sabit kalması ve yaşlanmaması için, aile başına düşen doğurganlık oranının 2.11 olması gerekmektedir. Buna ‘altın oran’ deniyor. Bu sayının altında düştüğünde, kültür yok olacaktır. Tarihsel olarak 1.9 altına düşen hiçbir millet kendini yenileyememiştir. Bu sayı 1.3 olduğunda ise düzelme imkansızdır. Çünkü böyle olduğunda kendini düzenlemesi, 80 ila 100 yıl alır. Ve bu kadar süre bir kültürü ayakta tutacak hiçbir ekonomik model yoktur. Başka bir deyişle eğer 2 çiftin birer çocuğu olursa, ebeveyn sayısının yarısı kadar çocuk var demektir. Eğer bu çocukların da birer çocuğu olursa, büyükanne-büyükbaba sayısının 1/4’ü kadar torun olur. Eğer 2006 yılında sadece 1 milyon bebek doğarsa, 2026 yılında iş gücüne katılacak 2 milyon yetişkin bulmak zor olur. Nüfus geriledikçe, kültürde geriler.

Dünya nüfus artışının durma noktasına doğru yaklaştığı teorisini inceleyen The Economist dergisi, özellikle gelişmiş ülkelerdeki kritik bir orana dikkat çekiyordu: Altın oran. Neydi bu altın oran? Nüfusun en azından sabit kalması için doğurganlık yaşındaki her kadının doğurması gereken çocuk sayısı. Nüfus uzmanlarına göre gelişmiş ülkelerde altın oranın 2.1 olması gerekiyor. Yani doğurgan her kadının 2.1 çocuk doğurması gerekiyor. Daha net ifadeyle her 100 kadının 210 çocuk. Bunu basitçe açarsak teori şu: Dünyada doğan her iki çocuktan biri kız biri erkek oluyor. Bu durumda doğan her kız çocuğun biri kız en az iki çocuk doğurması gerekiyor ki toplam nüfus aynı seviyede sürebilsin.

Altın oranın 2 değil de 2.1 olmasının nedeni de şu: Olağandışı durumlar hariç 100 kadının doğuracağı 210 çocuğun 105’i kız oluyor. 5 kız çocuğu ya doğurganlık yaşına gelmeden hayatını kaybediyor ya da genetik veya çevresel nedenlerle doğurganlık yeteneği kazanamıyor. Yani altın oran olan 2.1’in altına inilir ve doğurganlık trendi o şekilde devam ederse (ve ölüm oranı da aynı kalırsa) nüfus kaçınılmaz olarak azalıyor. (Ölüm oranı da düşerse, nüfus sabit kalıyor veya az da olsa artıyor ama ortalama yaş yükseliyor.) The Economist, az gelişmiş ülkelerde altın oranın 3’e kadar yükselmesi gerektiğine dikkat çekiyor. Çünkü bu ülkelerde bebek ve çocuk yaşta ölüm oranları gelişmiş ülkelere göre çok yüksek.

Dünya geneli için altın oran: 2.33

The Economist dergisi, dünyanın tamamının gelişmişlik durumu ve nüfus ortalamalarını hesap ederek dünya geneli için altın oranı 2.33 olarak hesaplıyor. Yani dünyadaki her 100 doğurgan kadının 233 çocuk doğurması gerektiğini belirtiyor. The Economist’in araştırmasında başka ilginç rakamlar da var: Kadın doğurganlığı kişi başına gelir 2 bin doları aştıktan sonra gerilemeye başlıyor. Kişi başına gelir 10 bin dolar civarına yükseldiği dönemde altın oran seviyesine kadar iniliyor. Yani nüfus ya sabit kalıyor, ya da çok düşük artışla yaşlanmaya başlıyor.

Araştırmaya göre Britanya’da altın orana düşüş tam 130 yıl sürmüş. Ülkede kadın doğurganlığı 1800 yılında 5’ken 1930’da 2’ye düşmüş. Doğurgan kadın başına çocuk sayısının 5’ten 2’ye düşmesi Güney Kore’de sadece 20 yılda (1965’ten 1985’e) gerçekleşmiş. 2009 verilerine göre az gelişmiş ülkelerde doğurgan kadın başına düşen çocuk sayısı 3. O kadınların annelerinin ise 6’şar çocuğu varmış. Bir ilginç rakam da İran’dan: İran’da 1984’te her doğurgan kadının 7 çocuğu varken 2009’da bu rakam 1.9. Tahran’da ise 1.5. Bu rakamlar zenginleşmenin yanı sıra sosyal hayattaki değişimlerin de doğum oranlarında etkili olduğunu gösteriyor. Gelelim bizdeki duruma…

Türkiye rakamları

Bu tartışmalı konudaki en detaylı kaynak TÜİK’in 2008 yılı Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi ve Sağlık Araştırması. Araştırma 1990 yılı verilerinden başlıyor. 1990 yılında kadın başına toplam doğurganlık hızı 2.93 çocuk. Kadın başına katkılı yenilenme hızı 1.43 kız çocuk. Net yenilenme hızı ise 1.32 kız çocuk. (Araştırmada bu sayının potansiyel doğurgan kadın sayısı mı, yoksa hayatta kalan kız çocuk sayısı mı olduğu belirtilmemiş) 1990’da Türkiye’de toplam 1 milyon 329 bin bebek doğmuş. 1 yaşına gelmeden ölen bebeklerin oranı binde 51.5. (1990 verilerine göre 68 bin 443 bebek). Bebek ölümleri dışında (çocuk-genç-yetişkin) 392 bin ölüm olmuş. Aynı yıl nüfus kabaca 870 bin artmış. Gelelim 2000’e… Kadın başına toplam doğurganlık hızı 10 yıl öncesine göre 2.93’ten 2.38’e gerilemiş. Kadın başına kız çocuğu sayısı 1.43’ten 1.16’ya, net kız çocuğu sayısı ise 1.32’den 1.11’e gerilemiş.

2010’a baktığımızda gerilemenin sürdüğünü görüyoruz. Kadın başına çocuk sayısı bu kez 2.11’e düşüyor. Net kız çocuğu sayısı ise 1.01’e. Yukarıda The Economist’in bir tespitine yer vermiştik: Kişi başına gelir 10 bin dolar seviyesine geldiğinde doğurganlık hızı altın orana doğru geriliyor. 2010 Türkiye’sinde kişi başına gelir 10 bin dolarlar civarında. Kadın başına çocuk sayısı da gelişmiş ülkeler için belirlenen 2.1’lik altın orana dramatik biçimde gerilemiş. (Çocuk ölümlerinde batı seviyesini henüz yakalayamadığımız için, gelinen seviye daha kritik)

TÜİK’in projeksiyonu 2025’e kadar uzanıyor. Örneğin kadın başına çocuk sayısı 2010’daki 2.11’lik seviyesinden 2015’te 2.05’e, 2020’de 2.01’e, 2025’te ise 1.97’ye geriliyor. Net yenilenme hızı yani kadın başına hayatta kalan veya doğurganlık yeteneğine sahip olabilecek kız çocuğu sayısı ise 2010’daki 1.01’den 2015’te 0.98’e, 2020’de 0.97’ye, 2025’te ise 0.95’e geriliyor.

GERÇEK BU :

Nüfus bir önceki yıla göre 2021 yılında 1 milyon 65 bin kişi arttı. Yabancı nüfus bir önceki yıla göre 459 bin kişi arttı.

Yabancı nüfusu düşersek artan 600 bini kabaca doğum sayısı diyebiliriz. 600 bin doğum sayısından mültecilerin doğum sayısını çıkarırsak, azalan doğum sayısı ve artan kısırlığın, sinsi bir felaket olarak milletimizi tehdit ettiğini daha net olarak görürüz. Asıl beka sorunu budur.

Önceki yıllarda doğum sayısı 1 milyonun üstünde idi. Örneğin 2010 yılında 1 239 bin idi yani son yıllara göre 2 misli idi. Doğum oranı yarı yarıya azalmış bulunuyor. Bu oran sinsi felakettir.

Pandemi sonrası doğum oranı yarı yarıya düşmüş bulunuyor ama aydın ve bilim dünyası artan kısırlığı nedenlerini ve çözüm yollarını araştırmak yerine Bill amcasının değirmenine su taşıyor, havanda su dövüyor. İkinci büyük felaket ise bu.

Giderek artan kısırlık artışı aynı hızda devam ederse, önümüzdeki yüzyıl tarihten silinebiliriz. Hesap ortada.

160 bin kürtaj var…

Bir diğer tartışma konusu ise kürtaj. 2008’de yine TÜİK’in yaptığı araştırmaya göre her 100 gebelikten 20.5’i canlı doğumla sonuçlanmıyor. Her 100 gebeliğin 10.5’i doğal nedenlerle, 10’u ise ailenin isteğiyle (yani kürtajla) sona erdiriliyor. TÜİK’e göre 2008’de canlı doğan bebek sayısı 1 milyon 273 bin. Kaba bir hesapla 100 gebelikten 80’inin canlı doğumla sonuçlandığını düşünürsek, yaklaşık 320 bin gebeliğin 160 bininin düşükle, diğer 160 bininin de kürtajla sonlandırıldığını söyleyebiliriz. Tüm bu araştırmalar bize şu sonucu verebilir: Erdoğan nüfusun yaşlanmasından kaygılanmakta haklı. Kimimiz bu kaygıyı paylaşabiliriz, kimimiz ise “ne var bunda, zaten yeteri kadar kalabalığız, ülkenin kaynakları yetmiyor” diye itiraz edebiliriz. Ancak, şu andaki trend Türkiye’yi artış hızı azalan yaşlı nüfusa götürüyor. Kürtaj meselesine gelince… Rakamlar, o konudaki bir dayatmaya karşı çıkacak olanlara “Önce istenmeyen düşük, ölü doğum gibi vakaları en aza indirin. 160 bin kürtaja karşı en az 160 bin düşük ve ölü doğum vakası var” gibi çok güçlü bir argüman veriyor. Bu argüman da sonuna kadar haklı…

Bu veriler ışığında eğer önlem almazsak 22. yüzyılı göremeyebiliriz. Tabii ki bizi uyaranlar ve önlem alanlar sayesinde rahat olabiliriz. Bu bilgiler ışığında Başbakanın yeni çıkışlarını bekleyiniz.

KAYNAKLAR

www.tuik.gov.tr/rip/doc/RIP2008_IzlemeRaporu.pdf

www.gıdagüvenligihareketi.com

www.milliyet.com.tr

........................................................................................................................................................

Üreme tehdit altında!
Hem dünyada hem de ülkemizde çocuk sahibi olmak her geçen gün zorlaşıyor. Avrupa Birliği’nin yaptığı bir araştırmaya göre 2050 yılında insanların ancak yüzde 5’i doğal yollarla çocuk sahibi olabilecek…

Prof. Dr. Bülent Tıraş insanların giderek üreme yeteneğini kaybettiğine dikkat çekerek şöyle devam etti:

“Sperm sayısındaki hızlı düşüş görülüyor”

“Değişen yaşam koşulları üreme sorunlarına neden oluyor. Çevre, hava ve su kirliliği çok ciddi problem yaratıyor. Bu faktörler kadınların üremesini de olumsuz etkiliyor. Erkekler üzerinde çok daha önemli üreme sorunlarına yol açıyor. Erkeklerin özellikle sperm sayısındaki hızlı düşüş endişe vericidir. Kadınlarda ise şişmanlık nedeniyle üreme sorunları görülmektedir. Türkiye’de ciddi bir obezite problemi var, bu kadınlarda yumurtlama bozukluğu, düşüklerin artışı, embriyoların rahime tutunamaması gibi problemlerle karşımıza çıkıyor. Toksik maddeler, sigara, alkol, uyuşturucu ve diğer ajanlar, gıdalarda kullanılan kimyasallar, katkı maddeleri ve hormonlar üreme üzerinde insanların neslinin sonunu getirebilecek kadar kötü etki yapıyor.

 

http://www.bizimsaglik.com



Bu yazı 2,470 defa okundu.






Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.





    Diğer köşe yazıları

     Tüm Yazılar 
    • 4 Mart 2024 NASIL ÖZGÜR OLURUZ ?
    • 13 Ekim 2023 GÜCÜ DOĞURAN TEKNOLOJİK AKILDIR
    • 27 Eylül 2023 ÇARE SİZSİNİZ 2008
    • 17 Temmuz 2023 NEDEN BÖYLEYİZ?
    • 20 Nisan 2023 GÜCÜN KAYNAĞI NEDİR? - 2016
    • 14 Şubat 2023 BİLİMDE KANITIN GÜCÜ
    • 8 Şubat 2023 SÖMÜRÜ VE YOLSUZLUK KADER Mİ?
    • 4 Mayıs 2022 YAŞAM TARZIMIZ NEDEN DEĞİŞMELİ?
    • 12 Mart 2022 HEKİMLİK ÖLDÜ, YAŞASIN DOKTORLUK !
    • 11 Ekim 2021 TÜM SORUNLARIN ANASI
    • 10 Ekim 2021
    • 9 Ekim 2021 ASIL PANDEMİ BU !
    • 8 Ekim 2021 POSTMODERN SÖMÜRÜ
    • 7 Ekim 2021 EĞİTİM NASIL OLMALI?
    • 1 Ekim 2021 YÜZ YIL SONRA...
    • 20 Ağustos 2021 GERÇEK ÇÖZÜM BU
    • 11 Ağustos 2021 KÜRESEL SAVAŞI KİM KAZANACAK?
    • 10 Ağustos 2021 SOSYAL OLAYLARDA BİLİMSEL YAKLAŞIM NASIL OLMALI?
    • 27 Haziran 2021 ASIL PANDEMİ BU
    • 6 Haziran 2021 ÇEVRE SAVAŞI

    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    7,875 µs